Tasavvufun mühim esaslarından biri, dünyayı terk etmektir. Şüphesiz bu terk, kesb (çalışma) yönünden değil, kalp yönündendir. (1) Mahiyetine hem madde, hem mânâ derc edilen insan, maddenin mahkumu olmamalıdır. Zira madde, ancak mânâya hizmetkar olabilir. Bir insan para kazanmalı, fakat parayı kalbine değil, kasaya koymalı ve o parayla İslâma hizmet etmelidir. Mevlâna’nın teşbihiyle, “Su geminin içine girerse onu batırır. Altında bulunursa, onu yüzdürür.” (2)
Dünyanın bir çekim kuvveti vardır. Bu çekimden kurtulamayanlar hakikatin semasına yükselemezler. Yere çakılır kalırlar. Süfliyatta boğulurlar. Masivaya dalarlar. Halbuki, dünya ahiretin tarlasıdır. (3) Seyyar bir ticaretgahtır. Bir misafirhanedir. (4)
Kendini dünyanın servet ve şaşaasına kaptırmış olan Karun’a, kavmi şu hatırlatmayı yaparlar: “Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu gözet, dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas Sûresi, 77). Dünyadan nasibin ne olduğu hakkında Hamdi Yazır, şu açıklamada bulunur: Bazıları, “helâl rızk ve meşru dünya zevki, diye anlamak istemişlerse de, o geçici dünyanın kendisi demektir. Asıl dünyadan nasip ise, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” gereğince, ahiret için elde edilen fayda, ahirete kalacak ameldir. Yoksa dünyadan nasip, nihayet bir kefendir.” (7)
Bir kısım sofîlerin, dünyayı terk noktasında “bir lokma bir hırka” telakkileri, kendi hususî anlayışlarıdır. Yoksa bu, tasavvufta bir esas değildir. (
Asıl hüner, dünyayı ahiretin tarlası olarak görüp, ekip biçmek, mevcudatı İlâhi isimlerin ayineleri görüp, müştakane temaşa edip bakmaktır.
İçinde yaşadığımız dünya, bir cihetten “ahirete tarladır(9), bir başka cihetten ise, bir oyun ve eğlence” (Ankebut Sûresi, 64; Hadîd Sûresi, 20). Mevlâna, dünyanın bu yönünü şöyle ifade eder: “Çocuklar oyun esnasında dükkan yaparlar ve güya alış-veriş ederler. Fakat o dükkanın ve o alış-verişin vakit geçirmekten başka faydası olmaz.” Gece olunca, dükkan açan çocuk aç olduğu halde eve döner. “Bu cihan da, çocukların oyun yeri gibidir. Gece olması ölümdür.” (10) Bir başka açıdan ise dünya, bir uyku ve rüyadır. “İnsanlar uykudadır. Öldüklerinde uyanırlar” vecizesi bunu anlatır. (11)
Dünyadaki makam, servet gibi şeyler geçici olduğundan bir kıymeti yoktur. Bu imkanlar, Allah yolunda değerlendirilmişse bir mânâ ifade eder. Yoksa, rüyadaki makam ve servetten bir farkı olmayacaktır.
İnsanın tabiatında dünyaya bağlılık vardır. Mevlâna bunu, ham meyvelerin ağacın dallarına sıkı sıkıya tutunmasına benzetir. Meyveler olgunlaştığında ise, bu bağ gevşer ve o meyveye ağaçtan kopmak ağır gelmez. Nitekim, kâmil insanlar dünyadan ayrılıktan korkmamışlar, hatta sevmişlerdir. Çileli bir hayattan sonra Mısır Azîz’i olan Hz. Yusuf (a.s.) şu duayla dünya dalından kopma dilekçesi verir:
“Ya Rabbi, bana bir saltanat verdin ve bana ‘te’vîl-i ehadis’ten (rüya tabirinden) öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan, Sen dünya ve ahirette benim yardımcımsın. Beni Müslüman olarak vefat ettir ve salih kullarına beni kat” (Yusuf Sûresi, 101).
Ehl-i iman, dünyanın mahkûmu olmaktan kurtulmuş kimseler haline gelmelidirler. Sosyal mevki ve itibar arttıkça, dünyanın cazibesi de artar. O oranda, onun hâkimiyetinden kurtulmak zorlaşır. Şu olay, bunu güzel gösterir.
Hükümdarın biri, maneviyat büyüklerinden birine, “Dile benden ne dilersen” der. O maneviyat eri, “Senden ne dileyebilirim ki?” der. “Zira, benim hakîr iki kölem sana hâkim ve efendi olmuşlardır!” Hükümdar şaşkın bir şekilde, “Kim bunlar?” deyince, maneviyat büyüğü şu cevabı verir: “Biri gazap, biri şehvet...”
Şu dünya hayatı, ebedi saadeti kazanmak için verilmiş bir sermayedir. Günün yirmi dört saati, yirmi dört altından daha kıymetlidir. Fakat şu bir gerçektir ki, pek çok insan ömrünün kıymetini bilmemekte, onu boş işlerde zayi etmektedir. Bu noktada, Hafız-ı Şirazî’nin şu nasihatı hatırdan çıkarılmamalıdır:
“Bir dere kenarına otur da, ömrün geçişini seyret.”